23 Mart 2018 Cuma

Kant’ın Varsayımsal Ödevi ve Nietzsche’nin İyi Çalışmayan Makinaları

İnsan nedir? Bütün bir felsefe tarihi, insanı tanımlamak amacıyla bu soruya cevap aramıştır. Mitosta insan “arzu”yla hareket eden ve dinamik bir varlıktır. Logos ise insanın akılla ifade edilmeye başlanmasına ve insanın bir tasarlama gücü haline gelmesine işaret eder. İnsanın tasarlama gücü olarak görülmesiyle dinamizm ortadan kalkar, eylemin özgürlüğü elinden alınır, kuşatılır ve araçsallaştırılır. Böylece insanın tanımı ve belirlenimleri ortaya koyulur. Nietzsche tam da bu noktada, kendisinden önceki bütün belirlenmişliklerinden sıyırarak, insanı ortaya koyar. Bütün belirlenimlerinden sıyrıldığı zaman insanda tek kalan şeyin onu eyleme götüren şey olduğunu savunur ve bu şeye “istek” adını verir. Bu doğrultuda, oluşmanın ardında bir “varlık” olmadığını savunur ve moderniteyi, “eylem” ve “eylemci” ayrımı üzerinden eleştirir. Çünkü Nietzsche için, “eylemci” sonradan eklenmiş olan bir uydurmacadır ve eylem, her şeydir.

Modernite, “etkinlik” ve “etkinliği ortaya koyan varlık” ya da “eylemci” ayrımını ortaya koymaktadır. Nietzsche ise, insanın ne olduğu sorusuna cevabı, insanın eyleminde bulur. İnsan, etkinliktir, eylemdir ve insan olmak bakımından eyler. Bu eylem, bir tasarım amacıyla değil, insan olmak bakımından bir sonuç olarak gerçekleşir. Çünkü eylem, tasarım amacı taşıdığı zaman araçsallaşır, ancak Nietzsche’ ye göre, eylem kendinde bir değere sahip olmalıdır. Var olan bu ayrımın temelinde ise “yaygın ahlak” bulunmaktadır.

Nietzsche, “hakikat” olduğuna inanılan şeylerin tümüne, bütün belirlenimlere karşı çıkar ve var olan kabulleri yaygın ahlak olarak adlandırır. Yaygın ahlak, bütün içerikleri egemen, asil, aristokrat ya da zenginler tarafından oluşturulan bir zemindir ve baştan çıkarıcı bir dile sahiptir, öyle ki bu baştan çıkarıcı dil kurulu zeminin temelini oluşturmaktadır. Bu bakımdan asil değerlendirme, kendiliğinden eyleme geçen ve karşıtını sadece kendisini daha güçlü bir şekilde evetlemek için arayan bir yapıdadır. Bu değerlendirmeden farklı olarak, Nietzsche’ nin köle ahlakı adını verdiği değerlendirme tarzı ise, zorunlu bir dışa yönelimle, değer belirleyen bakış açısının tersine dönüşüdür. Eylemi temelinde bir tepkidir. Tüm asil ahlak, tutkulu bir kendini “evetleme”den doğarken, köle ahlakı en başından “dışardakine”, ”farklı olana”, “kendinden olmayana” “hayır” der ve bu “hayır” onun yaratıcı edimidir.

Yaygın ahlak, sanki güçlünün ardında gücü dışa vurup vurmama konusunda kayıtsız bir alt katman, bir kendiliğindenlik varmış gibi kabul ederek, gücü gücün dışavurumundan ayırır. Aslında bir ödev duygusuna sahip olduğumuz varsayımı üzerinden şekillenmektedir her şey. Nietzsche için ödev, iyi dediğimiz ve tartışılmaz olduklarını kabul ettiğimiz, zorlayıcı, eyleme iten bir duygudur ve tam da bu sebeple Kant ahlakına eleştiride bulunur. Çünkü ödev duygusu, beraberinde bir “kendinde iyi”, “kendi başına iyi”, kişisel olmayan “genelgeçer nitelikte iyi” getirmektedir. Makinelerin iyi işlemesini sağlamak için, varsayımsal bir ödev duygusunun olması gerekmektedir. Oysa Nietzsche için, kabul edeceklerimizi sadece yaşamımız belirlemektedir. Her şey bir oluşum ürünüdür ve oluşum ürünü olan her şey tartışılabilir niteliktedir. Kant’ın olmasını istediği gibi, salt “erdem” kavramı karşısındaki bir saygı duygusundan çıkan erdem zararlıdır, tehlikedir. Kişisel olmayan ve hatta bir soyutlama olan bu ödev karşısında duyulan özveri derinden, içten yıkıcıdır. Aslında amaç tamamen makinelerin iyi işlemesini sağlamaktır ve insan bilgiye yönelirken kendisini ödevsiz hissedebildiği zaman, yani araçsallığından sıyrıldığı zaman özgürleşecektir. Eylem araçsallığından ve tasarımdan sıyrıldığı zaman geriye kalan şey “isteme”dir. Ancak isteme, Kant’ın savunduğu gibi yalnızca duyum ve düşünme karmaşası değildir, bir duygusallıktır. Bu yüzden duygusallığı da içine alan bir karmaşa olarak isteme, makinenin ayarlarını bozacaktır ve makine artık iyi işlemeyecektir.

Araçsallığından sıyrıldığı zaman, eylemlerinin kendinde değerlerini görmeye başlar insan, böylece kendine ve yazgıya hükmetme içgüdüsü oluşur. Bu içgüdünün adı yaygın ahlakın dilinde “vicdan” adını alır. Bu durumda insanın yazgısına boyun eğmesini sağlayacak, sabit fikirlerle zihnini doldurarak onu hipnotize edecek olan şey bellektir ve belleği oluşturacak şey de acıdır: “Yalnızca acısı dinmeyen şey bellekte yer eder.” En zalimce törenler, en korkunç ölümler, sakatlamalar, işkenceler, kurbanlarına kendi ahlaklarından yer etmiş bir bellek oluşturma amacını taşır ve amaç makinesinin iyi çalışmasını sağlamaktır. Yani insan eylemlerinden sorumlu tutulduğu için değil, suçlu olanın cezalandırılması gerektiği varsayımından hareketle cezalandırılır. Bu yüzdendir ki, Kant’ın koşulsuz buyruğu zalimlik kokmaktadır. “Vicdan azabı” ise, kendine ve yazgıya hükmetme içgüdüsündeki insanın vicdanı için icat edilmiştir.

Yesra Güzel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder